Yazmak üzerine böylesi uzun konuştuğumu anımsamıyorum. Bu bakımdan benim için de bir ilk oldu. Toplantı soñlarında, sokak söyleşilerinde de deneyimim oldu ancak, dergi söyleşisi olarak ilk oluyor.
Söyleşinin tüm bétinlerini aşağıya ekliyorum. Dileyenler .pdf uzantılı belgeyi indirip okuyabilirler.
Söyleşiyi indir >>>
***
- Yazmak sizin için ne ifade ediyor? Güçlü bir dürtü mü? Hayatınızın olmazsa olmazı mı? Ya da başka bir şey…
Yazı, benim için gözyaşı gibidir.
Susarsınız, içinize atarsınız da, sonra dolup taşarsınız ya
ıslak ıslak... İşte! Yazı benim için böyledir. Susarım, içime
atarım, sonra da yazıyla taşarım. İçimden gelmediği sürece
yazmam. Bu, iki gün de olabilir, iki ay da. Yazmak için ivedi
davranmayı doğru bulmuyorum. Sulu gözlü değilim, başka bir
deyişle.
- Yazarlığa heveslendiğiniz ilk anı ya da dönemi anımsıyor musunuz? Sizi böyle meşakkatli bir yolculuğa çıkartan etkenlerden bahseder misiniz?
Yazmayı öğrendiğimden beri
yazıyorum. Bu bakımdan, sonradan heveslenilmiş bir durum değil.
İlk şiirimi 8 yaşında koştum. O kağıdı da hala saklarım.
Çevremden dolayı, biraz inançsal içerikli olsa da, kendi adıma
başlangıç olarak kabul ederim. Yine de ikinci bir başlangıç
noktası olduğunu da belitmeliyim. Nasıl ki, Adem birinci
başlangıç, Nuh ikinci yeniden başlangıç sayılıyorsa, benzeri
bir durum bende de bulunmakta...
Birçok işte çalıştım; posta
memurluğundan dönerciliğe, muavinlikten grafikerliğe, ütücülükten
loborantlığa değin sayısız iş değiştirdim. Çalıştığım
bütün işlerde, genel olarak işten kovuldum. Çünkü hiçbir işe
kendimi büsbütün veremiyordum, “ben bu iş için yaratılmadım”
diye düşünüyor, çoğu kez de dışa vurarak söyleniyordum.
Dolayısıyla da işverenlerin haksızlıklarını yüzlerine
vurmaktan çekinmediğim için, olası bir başkaldırıyı önlemek
adına işten uzaklaştırılıyor, sözüm ona kovuluyordum. Tüm bu
süreç içinde beynimi kemiren tek bir soru vardı, “ben ne için
varım”. Açık yazıyorum, bu sorunun yanıtını bulamadığım
için çok kez ağlamışlığım, Tanrı'ya yakınmışlığım
bulunmaktadır. “Bana bir işaret gönder. Ne için yaratıldığımı,
yeryüzünde ne işe yarayacağımı bilmek istiyorum” gibisinden
yakarışlarım çok oldu. Varoluşumun kutsal bir amacı olduğuna
inanıyorum.
Yaptığım bütün işlerde mutsuzdum,
sıkılıyordum, oysa hiçbir zaman yazarken sıkılmıyordum.
Nitekim, sıkıldığımda daha çok yazıyordum. Evet, ben yazmaktan
hiç sıkıldımadım, yazarken hep mutlu oldum. Bunun farkına
varana değin nasıl göremediğimi sordum kendime. Küçüklüğümden
beri yazmak, benim için sıradan bir şey olduğu için, belki de
herkesin yazabildiğini düşünmüş olmalıyım.
Birinci başlangıç evremden beri
yazıyorum, onlarca öyküm, şiirim, yüzlerce denemem bulunmakta.
Kendimi fark edişimden, yani ikinci başlangıç olarak kabul
ettiğim 2010 yılından beri de, kendimi büsbütün yazı işine
vermiş bulunmaktayım. Dediğim gibi, yanıtımı buldum; Tanrı
beni, yazayım diye yarattı. Varoluşumun tek nedeni bu; yazmak.
- Yazmaya ait ritüelleriniz nelerdir? Hangi durum ve koşullarda yazıyorsunuz? Bize biraz işin mutfak kısmını gösterebilir misiniz?
İki durumda yazarım; iyi ve kötü.
İyi durumdayken; kendimi ruhen
coşkulu, bedenimi yaşama sevinci kaplamışken bilimsel yazılar
yazarım. Dilbilimi ile uğraşmayı, sözcük kökenlerini
kurcalamayı çok seviyorum. Yazı düzenekleri (alfabeler) de çok
ilgimi çeker. Afrika toplumlarına değin, kim, sözü nasıl yazıya
çeviriyor diye araştırıp dururum. Eski yazıtlar, el yazmaları...
Bunlar üzerine çalışmayı, sonuçlarını yazmayı hep iyi
durumdayken yapmışımdır.
Kötü durumdayken de; oturup yazınsal
ürünlerle uğraşırım. Sıkıntılı, bunalımlı dönemlerimde
hep böyle olur. İçimi ya şiirle dökmeye çalışırım, ya da
bir öykü ile boşaltmaya. Genelde öykü yazarak karşılarım bu
gereksinimimi. Açıkcası şiirle de pek aram yoktur. Kendi
yazdıklarım dışında, neredeyse hiç şiir okumam.
Yazarken müzik dinlemeye önem
veririm. Azerbaycanlı genç bir yazar arkadaşımla bu konuda görüş
ayrılığına da düşmüştüm. “Yazarken müzik dinlenmez.
Yazının kendi ruhu vardır. Müziği işin içine katarsan, kendi
ruhunla değil, dinlediğin müziğin ruhuyla yazmış olursun”
demişti bana. Haklı mı, değil mi diye tartışılabilir, bir şey
demiyorum. Ancak ben, müziğin yararlı olduğunu düşünüyorum.
Yazacağım sırada, yazdığım yazı ile aynı ortamda olmaya
çalışıyorum. Örneğin “Ustan Gönüle” romanında birçok
sahil sahnesi olduğu için, o kısımları sahil kenarında yazdım.
Ormanlıkta geçen bir bölümü anlatırken, parkta çalılıkların
arasında çimlere uzandım. Şuan üzerinde çalışmayı
sürdürdüğüm “13:57” adlı romanımda da durum aynı. Kilise
sahnesi için kiliseye gittim, roman kahramanının oradan çıktıktan
sonra yolda kaç dakika koşması gerektiğini, nerede durup
soluklanması gerektiğini tam bilmek için, sahneleri kendim de
oynamaya çalıştım. Cinayet bölümünü yazarken, yazı masama
kan döktüm.
Bilimsel yazılarımda doğa sesleri
dinlemeyi, kuş cıvıltısı, su şırıltısı gibi tınıları
yeğliyorum. Roman, öykü yazarken ise, anlatmaya çalıştığım
sahneye göre karamsar, sert, gergin ya da kan kaynatıcı tınıları
seçebiliyorum.
- Türk ve dünya edebiyatından kendinize örnek aldığınız yazarlar, şairler var mı? Onlardan ne şekilde etkilendiniz, ya da istifade ettiniz?
Kutadgu Bilig'in yazarı Yusuf Has
Hacib ile Böyle Buyurdu Zerdüşt'ün yazarı Friedrich Nietzsche
etkilendiğim iki yazardır.
Kutadgu Bilig'de kullanılan dile
tutkun kaldım. Bütün tümcelerin sonu, bir önceki tümce ile
uyaklı olarak bitiyor. Bu örneği başka yapıtlarda da gördüm.
Osmanlı şairleri de pek sık kullanmıştır bu özelliği. Zaten
bu sanatın adı mesnevidir. Ancak gördüklerimde
uyaklar hep Arapça, Farsça sözcüklerle sağlandığı için,
okuduklarımı büsbütün anlayamadığımdan, görmekle kaldım.
Yusuf Has Hacib, yüzyıllar öncesinde anadilimde olağanüstü bir
iş çıkarmış, bununla birlikte belki de ilk kişisel gelişim
kitabını kaleme almıştır.
Çok iyi anımsıyorum; Böyle Buyurdu
Zerdüşt'ün ilk iki sayfasını okurken, arkadaşıma şunu
demiştim, “Çok kötü çevrilmiş”. Bilinen ölçütlerin
dışına çıktığını daha sonra anlamış, kullandığı dili
biraz geç algılayabilmiştim. Nietzsche, yazılarında imgelerden
çok yararlanıyor. Kendi dönemindeki eleştirmenlerce de çok
eleştirilmiş, “Almancayı savruk kullandığı” yönünde
sözler yazılmış hakkında. Doğrudur, çevirisinde de savruk bir
Türkçe kullanıldığı için, algılamakta, kavramakta güçlükler
olabiliyor. Benim etkilendiğim kısımsa, imgeler sayesinde, bir
tümceye sığdırdığı büyük anlamlardır. Az söz, çok anlam.
Rus yazınını okusam da, kendime uzak
buldum. Ruslardan çok çok etkilenen, bunu günümüzde de sürdüren
çağdaş Azerbaycan yapıtlarında da durum böyle; dolaylı
anlatım, aşırı betimleme çok yüksek. Kimileyin bir kapı açma
sahnesi, 2 sayfaya çıkabiliyor. Tek bir konu üzerinden, koca bir
roman yazabiliyorlar. Ben, böyle bir yazımı benimsemiyorum. “Ustan
Gönüle”de dolaylı anlatıma hiç yer vermedim. Sözlerin uyaklı
bitmesi için özen gösterdim. En önemlisi de, kullandığım bütün
tümcelerde yüklü anlam olmasına çaba gösterdim. İmgelerden
aşırı yararlandım.
- Edebiyatın diğer sanat dallarıyla olan ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir yazar olarak sinemayla, resimle, heykelle, müzikle nasıl bir yakınlığınız, bağınız var?
Sözle başlar, yazıya dökülür.
Resmedilir, taşa oyulur, beyaz perdeye yansıtılırsa ne de güzel
olur. Sözlerimin böyle bir evre geçirmesini çok isterim.
Kişisel yeteneklerimden söz edecek
olursam, ilkokuldayken flüt çalabiliyordum. İş Eğitimi dersinde
de çanak çömlek yapmıştık, yani heykelciliğim bununla sınırlı.
Resimde iş biraz farklı. Çizmeyi çok seviyorum, ressam olamasam
da, çizme gereksinimimi grafiker olarak doyurdum. Arada bir kendi
kendime karikatürler de çizerim. Bir de, dalgır (ebru) sanatıyla
uğraşırım. Dediğim gibi uğraşırım, icra ederim değil.
Kendimi, “yeryüzünün en kötü dalgırcısı” olarak
adlandırırım.
- Hayatın içinden bir kesiti, bir gerçekliği, bir anıyı eserinize nasıl aktarırsınız? Hakikat ve hayalin sizin serüveninizdeki payları nelerdir?
Yaşanmamış bir öykü, kimsenin
ilgisini çekmez. Çok bilmişlik etmeyi kesip, kendi adıma
konuşayım, benim ilgimi çekmiyor. Okuduğum öyküdeki
başkahramanı, kendimde görmek istiyorum. “Bak, gördün mü? Ben
de böyleyim” diyebilmeliyim. Bunu dediğim bütün yapıtlar,
benim gözümde doruğa çıkıyor. “Bir okuyucu olarak ben
böyleysem, öbürleri de böyledir” diye düşünüp, yola
koyulduğum için, yazılarımda yaşanmışlığa önem veriyorum.
Öykünün geçtiği dönem, ya da yer
önem taşımıyor. Cilalı Taş Dönemi'nde de geçse, Uzay Çağı'nda
bir mekiğin içinde de yaşansa, aşk aşktır. Kara sevdaya düşmüş
biri, bütün çağlarda aynı tepkiyi verecektir. Sevdiceğinin
yanına atla mı gitmiş, yoksa ışınlanarak mı varmış, bu
gerçekten küçük bir ayrıntıdan öte değildir. Okuyucu, burada
kendini görebilecekse, kara sevdanın yaşanmışlık duygusu varsa,
siz bu işi yapabilmişsiniz, demektir.
Yazılarımda yapay kurgulamalardan
uzak durmaya özen gösteriyorum. Yaşanmış bir olayı anlatmaya
çalışırım hep. Yaşamadığım bir duyguyu nasıl yazabilirim
ki? Aşık olmadan yazılan aşk şiiri ne kadar inandırıcı
olabilir? Okurken gözünüzün yaşardığı bir metin okumuşsanız,
emin olun, onu yazan kişinin de sizinkinden on kat çok gözyaşı
akmıştır, o sözleri koşarken.
Yaşanmışlıktan söz ediyorum ancak,
yaşanan olayı büsbütün olduğu gibi aktarırsanız da, okuyucu
için ilgi çekici olmayabilir, büyük olasılık olmayacaktır da.
Bu durumda, düş gücümü kullanırım. Olayları ve duyguları
olduğu gibi korur, yeri ve zamanı kurgularım. Bütün yazılarım
bunun üzerine kuruludur.
- Bir seçme şansı verilse hangi yazarın hangi eserini yazmış olmayı isterdiniz?
Orkun Yazıtları'nı taşa yazan
Göktürk kağanı Bilge Kağan'ın kardeşi Gültekin'in yerinde
olmak isterdim.
- Edebiyatın, hayatın her katmanındaki insan için gerekli olduğunu düşünüyor musunuz? Kitaba olan ilginin ülkemizde bu kadar düşük olması bir yazar olarak size ne düşündürüyor?
Yaşayan bütün kişioğlu için
edebiyat gereklidir. Ayrımında olmasa da, bu gereksinimi sözlü
edebiyatla karşılar insanlar. Bir fıkra anlatmak bile edebiyattır.
Ülkemizdeki okuma oranının düşük
olması üzücü bir durum. Azerbaycan'da bu oran çok çok düşük;
neredeyse ülkede kimse okumuyor. Bir roman 300 ile 500 arasında
trajla çıkıyor. O da yıllarca satılmıyor. Öbür Türk
ülkelerinden de örnekler verebilmek isterdim ancak, kesin bilgim
olmadığı için Türkiye ve Azerbaycan üzerinden bir tümevarımda
bulunacağım; Türkler okumayı sevmiyor.
Sözlü edebiyatı, yazılı
edebiyattan daha önemli mi görüyoruz, yoksa bu geçiş aşamasını
tamamlayamamış mıyız, tartışılır. Ancak, okumadığımız
kesin. Okumadığımız gibi, yazanı da yermeyi severiz. Çevremden
çok baskı gördüm, nerdeyse yazdığım için ayıplanır
olmuştum. Dertleştiğim genç yazar arkadaşlarım da bu durumdan
yakınmıştı. Kendimi kanıtlayıp, önemli dergilerde yazmaya
başlayıncaya, bir gazetede kendime köşeyi kapıncaya değin bu
böyle sürdü.
“Önüne gelen yazıyor” diyorlar.
Yazsın. Önüne gelen yazsın ki, ortaya ürün çıksın. Yazılı
ürünlerimiz, çağdaş uygarlıklara karşı çok düşük. Herkes
yazabilir; yazarlık benim gözümde bir yetenek değildir.
Konuşabilen herkes, yaza da bilir. Yalnızca istemek gerek. Okuma
oranını yükseltmek için, belki de yazmaya olan direnci
kırmalıyız.
- Kütüphanenizi oluştururken nelere dikkat edersiniz? Yeni bir kitap seçerken ölçüleriniz nelerdir? Yoksa kitaptan çok, belli yazarları belirleyerek, onların eserlerini seri olarak takip etmeyi mi tercih edersiniz?
O sıra neye ilgi duyuyorsam, almayı
yeğlediğim kitap da onunla ilişkili oluyor. Hapishane yaşantısına
ilgi duyduğumda, hükümlülerin yazdıkları günlükleri, notları
aramışlığım var. Siyasi yazılara ilgi duyduğumda da, siyasi
emeklilerin yazdıkları itiraf güncelerini okumaya çalışıyorum.
Bunun dışında genel olarak dilbilimi
ve matematik üzerine kitaplar alıyorum. Ali Nesin'in matematiği
anlatış biçimini çok beğeniyorum. İleriye dönük, benim de
uyaklı matematik yazıları yazma düşüncem var.
Roman olarak, yazdıklarını okumayı
sevdiğim, dilimize çevrilen kitaplarından 5'ini okuduğum Jean C.
Grange var. Kendisi eski bilimci olduğu için, romanlarında bilimle
iç içe geçmiş kurgulamalarını sıradışı buluyorum.
- En son okuduğunuz kitap ya da kitaplardan bahseder misiniz?
En son Soner Yalçın'ın “Samizdat”ını
okudum. Kitabı geçen yıl almış olmama karşın, kitaplıktan
alıp okumaya başlamam çok uzun süre oldu. Bu bakımdan kendime
kızdım, gündemi daha yakından izlemek adına aldığım gün
okumaya başlamalıydım. İçinde, birinci ağızdan gelişmeleri
okuyorsunuz. Orada geçen bir tümceyi, burada söylemek istiyorum;
“yazının kutsallığına inananlardanım”. Soner Yalçın'ın
bu sözü, ona olan saygımı katladı.
Şimdilerdeyse, Paul Ekman'ın “Ne
Düşündüğünü Biliyorum”unu okuyorum. Davranışbilimlerine
giren, bilimsel verileri örnekleriyle anlatan bir tür araştırma
kitabı. Karşınızdaki kişinin, yalan konuştuğunda yürek
atışlarının hızlanmasından dolayı, şahdamarındaki kan
basıncının yükselmesinden kaynaklanan, kulak arkasının
kaşınmasına değin, ince ayrıntılardan söz ediyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder