Sokak Kitapları Dergisi'nde Yayınlanan Söyleşim

Nisan 2013'te yayımlanan Ustan Göñüle adlı romanımdan ötrü, Sokak Kitapları Dergisi'ne söyleşi vérdim.

Yazmak üzerine böylesi uzun konuştuğumu anımsamıyorum. Bu bakımdan benim için de bir ilk oldu. Toplantı soñlarında, sokak söyleşilerinde de deneyimim oldu ancak, dergi söyleşisi olarak ilk oluyor.

Söyleşinin tüm bétinlerini aşağıya ekliyorum. Dileyenler .pdf uzantılı belgeyi indirip okuyabilirler.

Söyleşiyi indir >>>

***


  1. Yazmak sizin için ne ifade ediyor? Güçlü bir dürtü mü? Hayatınızın olmazsa olmazı mı? Ya da başka bir şey…

Yazı, benim için gözyaşı gibidir. Susarsınız, içinize atarsınız da, sonra dolup taşarsınız ya ıslak ıslak... İşte! Yazı benim için böyledir. Susarım, içime atarım, sonra da yazıyla taşarım. İçimden gelmediği sürece yazmam. Bu, iki gün de olabilir, iki ay da. Yazmak için ivedi davranmayı doğru bulmuyorum. Sulu gözlü değilim, başka bir deyişle.

  1. Yazarlığa heveslendiğiniz ilk anı ya da dönemi anımsıyor musunuz? Sizi böyle meşakkatli bir yolculuğa çıkartan etkenlerden bahseder misiniz?

Yazmayı öğrendiğimden beri yazıyorum. Bu bakımdan, sonradan heveslenilmiş bir durum değil. İlk şiirimi 8 yaşında koştum. O kağıdı da hala saklarım. Çevremden dolayı, biraz inançsal içerikli olsa da, kendi adıma başlangıç olarak kabul ederim. Yine de ikinci bir başlangıç noktası olduğunu da belitmeliyim. Nasıl ki, Adem birinci başlangıç, Nuh ikinci yeniden başlangıç sayılıyorsa, benzeri bir durum bende de bulunmakta...

Birçok işte çalıştım; posta memurluğundan dönerciliğe, muavinlikten grafikerliğe, ütücülükten loborantlığa değin sayısız iş değiştirdim. Çalıştığım bütün işlerde, genel olarak işten kovuldum. Çünkü hiçbir işe kendimi büsbütün veremiyordum, “ben bu iş için yaratılmadım” diye düşünüyor, çoğu kez de dışa vurarak söyleniyordum. Dolayısıyla da işverenlerin haksızlıklarını yüzlerine vurmaktan çekinmediğim için, olası bir başkaldırıyı önlemek adına işten uzaklaştırılıyor, sözüm ona kovuluyordum. Tüm bu süreç içinde beynimi kemiren tek bir soru vardı, “ben ne için varım”. Açık yazıyorum, bu sorunun yanıtını bulamadığım için çok kez ağlamışlığım, Tanrı'ya yakınmışlığım bulunmaktadır. “Bana bir işaret gönder. Ne için yaratıldığımı, yeryüzünde ne işe yarayacağımı bilmek istiyorum” gibisinden yakarışlarım çok oldu. Varoluşumun kutsal bir amacı olduğuna inanıyorum.

Yaptığım bütün işlerde mutsuzdum, sıkılıyordum, oysa hiçbir zaman yazarken sıkılmıyordum. Nitekim, sıkıldığımda daha çok yazıyordum. Evet, ben yazmaktan hiç sıkıldımadım, yazarken hep mutlu oldum. Bunun farkına varana değin nasıl göremediğimi sordum kendime. Küçüklüğümden beri yazmak, benim için sıradan bir şey olduğu için, belki de herkesin yazabildiğini düşünmüş olmalıyım.

Birinci başlangıç evremden beri yazıyorum, onlarca öyküm, şiirim, yüzlerce denemem bulunmakta. Kendimi fark edişimden, yani ikinci başlangıç olarak kabul ettiğim 2010 yılından beri de, kendimi büsbütün yazı işine vermiş bulunmaktayım. Dediğim gibi, yanıtımı buldum; Tanrı beni, yazayım diye yarattı. Varoluşumun tek nedeni bu; yazmak.

  1. Yazmaya ait ritüelleriniz nelerdir? Hangi durum ve koşullarda yazıyorsunuz? Bize biraz işin mutfak kısmını gösterebilir misiniz?

İki durumda yazarım; iyi ve kötü.

İyi durumdayken; kendimi ruhen coşkulu, bedenimi yaşama sevinci kaplamışken bilimsel yazılar yazarım. Dilbilimi ile uğraşmayı, sözcük kökenlerini kurcalamayı çok seviyorum. Yazı düzenekleri (alfabeler) de çok ilgimi çeker. Afrika toplumlarına değin, kim, sözü nasıl yazıya çeviriyor diye araştırıp dururum. Eski yazıtlar, el yazmaları... Bunlar üzerine çalışmayı, sonuçlarını yazmayı hep iyi durumdayken yapmışımdır.

Kötü durumdayken de; oturup yazınsal ürünlerle uğraşırım. Sıkıntılı, bunalımlı dönemlerimde hep böyle olur. İçimi ya şiirle dökmeye çalışırım, ya da bir öykü ile boşaltmaya. Genelde öykü yazarak karşılarım bu gereksinimimi. Açıkcası şiirle de pek aram yoktur. Kendi yazdıklarım dışında, neredeyse hiç şiir okumam.

Yazarken müzik dinlemeye önem veririm. Azerbaycanlı genç bir yazar arkadaşımla bu konuda görüş ayrılığına da düşmüştüm. “Yazarken müzik dinlenmez. Yazının kendi ruhu vardır. Müziği işin içine katarsan, kendi ruhunla değil, dinlediğin müziğin ruhuyla yazmış olursun” demişti bana. Haklı mı, değil mi diye tartışılabilir, bir şey demiyorum. Ancak ben, müziğin yararlı olduğunu düşünüyorum. Yazacağım sırada, yazdığım yazı ile aynı ortamda olmaya çalışıyorum. Örneğin “Ustan Gönüle” romanında birçok sahil sahnesi olduğu için, o kısımları sahil kenarında yazdım. Ormanlıkta geçen bir bölümü anlatırken, parkta çalılıkların arasında çimlere uzandım. Şuan üzerinde çalışmayı sürdürdüğüm “13:57” adlı romanımda da durum aynı. Kilise sahnesi için kiliseye gittim, roman kahramanının oradan çıktıktan sonra yolda kaç dakika koşması gerektiğini, nerede durup soluklanması gerektiğini tam bilmek için, sahneleri kendim de oynamaya çalıştım. Cinayet bölümünü yazarken, yazı masama kan döktüm.

Bilimsel yazılarımda doğa sesleri dinlemeyi, kuş cıvıltısı, su şırıltısı gibi tınıları yeğliyorum. Roman, öykü yazarken ise, anlatmaya çalıştığım sahneye göre karamsar, sert, gergin ya da kan kaynatıcı tınıları seçebiliyorum.

  1. Türk ve dünya edebiyatından kendinize örnek aldığınız yazarlar, şairler var mı? Onlardan ne şekilde etkilendiniz, ya da istifade ettiniz?

Kutadgu Bilig'in yazarı Yusuf Has Hacib ile Böyle Buyurdu Zerdüşt'ün yazarı Friedrich Nietzsche etkilendiğim iki yazardır.

Kutadgu Bilig'de kullanılan dile tutkun kaldım. Bütün tümcelerin sonu, bir önceki tümce ile uyaklı olarak bitiyor. Bu örneği başka yapıtlarda da gördüm. Osmanlı şairleri de pek sık kullanmıştır bu özelliği. Zaten bu sanatın adı mesnevidir. Ancak gördüklerimde uyaklar hep Arapça, Farsça sözcüklerle sağlandığı için, okuduklarımı büsbütün anlayamadığımdan, görmekle kaldım. Yusuf Has Hacib, yüzyıllar öncesinde anadilimde olağanüstü bir iş çıkarmış, bununla birlikte belki de ilk kişisel gelişim kitabını kaleme almıştır.

Çok iyi anımsıyorum; Böyle Buyurdu Zerdüşt'ün ilk iki sayfasını okurken, arkadaşıma şunu demiştim, “Çok kötü çevrilmiş”. Bilinen ölçütlerin dışına çıktığını daha sonra anlamış, kullandığı dili biraz geç algılayabilmiştim. Nietzsche, yazılarında imgelerden çok yararlanıyor. Kendi dönemindeki eleştirmenlerce de çok eleştirilmiş, “Almancayı savruk kullandığı” yönünde sözler yazılmış hakkında. Doğrudur, çevirisinde de savruk bir Türkçe kullanıldığı için, algılamakta, kavramakta güçlükler olabiliyor. Benim etkilendiğim kısımsa, imgeler sayesinde, bir tümceye sığdırdığı büyük anlamlardır. Az söz, çok anlam.

Rus yazınını okusam da, kendime uzak buldum. Ruslardan çok çok etkilenen, bunu günümüzde de sürdüren çağdaş Azerbaycan yapıtlarında da durum böyle; dolaylı anlatım, aşırı betimleme çok yüksek. Kimileyin bir kapı açma sahnesi, 2 sayfaya çıkabiliyor. Tek bir konu üzerinden, koca bir roman yazabiliyorlar. Ben, böyle bir yazımı benimsemiyorum. “Ustan Gönüle”de dolaylı anlatıma hiç yer vermedim. Sözlerin uyaklı bitmesi için özen gösterdim. En önemlisi de, kullandığım bütün tümcelerde yüklü anlam olmasına çaba gösterdim. İmgelerden aşırı yararlandım.

  1. Edebiyatın diğer sanat dallarıyla olan ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir yazar olarak sinemayla, resimle, heykelle, müzikle nasıl bir yakınlığınız, bağınız var?

Sözle başlar, yazıya dökülür. Resmedilir, taşa oyulur, beyaz perdeye yansıtılırsa ne de güzel olur. Sözlerimin böyle bir evre geçirmesini çok isterim.

Kişisel yeteneklerimden söz edecek olursam, ilkokuldayken flüt çalabiliyordum. İş Eğitimi dersinde de çanak çömlek yapmıştık, yani heykelciliğim bununla sınırlı. Resimde iş biraz farklı. Çizmeyi çok seviyorum, ressam olamasam da, çizme gereksinimimi grafiker olarak doyurdum. Arada bir kendi kendime karikatürler de çizerim. Bir de, dalgır (ebru) sanatıyla uğraşırım. Dediğim gibi uğraşırım, icra ederim değil. Kendimi, “yeryüzünün en kötü dalgırcısı” olarak adlandırırım.

  1. Hayatın içinden bir kesiti, bir gerçekliği, bir anıyı eserinize nasıl aktarırsınız? Hakikat ve hayalin sizin serüveninizdeki payları nelerdir?

Yaşanmamış bir öykü, kimsenin ilgisini çekmez. Çok bilmişlik etmeyi kesip, kendi adıma konuşayım, benim ilgimi çekmiyor. Okuduğum öyküdeki başkahramanı, kendimde görmek istiyorum. “Bak, gördün mü? Ben de böyleyim” diyebilmeliyim. Bunu dediğim bütün yapıtlar, benim gözümde doruğa çıkıyor. “Bir okuyucu olarak ben böyleysem, öbürleri de böyledir” diye düşünüp, yola koyulduğum için, yazılarımda yaşanmışlığa önem veriyorum.

Öykünün geçtiği dönem, ya da yer önem taşımıyor. Cilalı Taş Dönemi'nde de geçse, Uzay Çağı'nda bir mekiğin içinde de yaşansa, aşk aşktır. Kara sevdaya düşmüş biri, bütün çağlarda aynı tepkiyi verecektir. Sevdiceğinin yanına atla mı gitmiş, yoksa ışınlanarak mı varmış, bu gerçekten küçük bir ayrıntıdan öte değildir. Okuyucu, burada kendini görebilecekse, kara sevdanın yaşanmışlık duygusu varsa, siz bu işi yapabilmişsiniz, demektir.

Yazılarımda yapay kurgulamalardan uzak durmaya özen gösteriyorum. Yaşanmış bir olayı anlatmaya çalışırım hep. Yaşamadığım bir duyguyu nasıl yazabilirim ki? Aşık olmadan yazılan aşk şiiri ne kadar inandırıcı olabilir? Okurken gözünüzün yaşardığı bir metin okumuşsanız, emin olun, onu yazan kişinin de sizinkinden on kat çok gözyaşı akmıştır, o sözleri koşarken.

Yaşanmışlıktan söz ediyorum ancak, yaşanan olayı büsbütün olduğu gibi aktarırsanız da, okuyucu için ilgi çekici olmayabilir, büyük olasılık olmayacaktır da. Bu durumda, düş gücümü kullanırım. Olayları ve duyguları olduğu gibi korur, yeri ve zamanı kurgularım. Bütün yazılarım bunun üzerine kuruludur.

  1. Bir seçme şansı verilse hangi yazarın hangi eserini yazmış olmayı isterdiniz?

Orkun Yazıtları'nı taşa yazan Göktürk kağanı Bilge Kağan'ın kardeşi Gültekin'in yerinde olmak isterdim.

  1. Edebiyatın, hayatın her katmanındaki insan için gerekli olduğunu düşünüyor musunuz? Kitaba olan ilginin ülkemizde bu kadar düşük olması bir yazar olarak size ne düşündürüyor?

Yaşayan bütün kişioğlu için edebiyat gereklidir. Ayrımında olmasa da, bu gereksinimi sözlü edebiyatla karşılar insanlar. Bir fıkra anlatmak bile edebiyattır.

Ülkemizdeki okuma oranının düşük olması üzücü bir durum. Azerbaycan'da bu oran çok çok düşük; neredeyse ülkede kimse okumuyor. Bir roman 300 ile 500 arasında trajla çıkıyor. O da yıllarca satılmıyor. Öbür Türk ülkelerinden de örnekler verebilmek isterdim ancak, kesin bilgim olmadığı için Türkiye ve Azerbaycan üzerinden bir tümevarımda bulunacağım; Türkler okumayı sevmiyor.

Sözlü edebiyatı, yazılı edebiyattan daha önemli mi görüyoruz, yoksa bu geçiş aşamasını tamamlayamamış mıyız, tartışılır. Ancak, okumadığımız kesin. Okumadığımız gibi, yazanı da yermeyi severiz. Çevremden çok baskı gördüm, nerdeyse yazdığım için ayıplanır olmuştum. Dertleştiğim genç yazar arkadaşlarım da bu durumdan yakınmıştı. Kendimi kanıtlayıp, önemli dergilerde yazmaya başlayıncaya, bir gazetede kendime köşeyi kapıncaya değin bu böyle sürdü.

“Önüne gelen yazıyor” diyorlar. Yazsın. Önüne gelen yazsın ki, ortaya ürün çıksın. Yazılı ürünlerimiz, çağdaş uygarlıklara karşı çok düşük. Herkes yazabilir; yazarlık benim gözümde bir yetenek değildir. Konuşabilen herkes, yaza da bilir. Yalnızca istemek gerek. Okuma oranını yükseltmek için, belki de yazmaya olan direnci kırmalıyız.

  1. Kütüphanenizi oluştururken nelere dikkat edersiniz? Yeni bir kitap seçerken ölçüleriniz nelerdir? Yoksa kitaptan çok, belli yazarları belirleyerek, onların eserlerini seri olarak takip etmeyi mi tercih edersiniz?

O sıra neye ilgi duyuyorsam, almayı yeğlediğim kitap da onunla ilişkili oluyor. Hapishane yaşantısına ilgi duyduğumda, hükümlülerin yazdıkları günlükleri, notları aramışlığım var. Siyasi yazılara ilgi duyduğumda da, siyasi emeklilerin yazdıkları itiraf güncelerini okumaya çalışıyorum.

Bunun dışında genel olarak dilbilimi ve matematik üzerine kitaplar alıyorum. Ali Nesin'in matematiği anlatış biçimini çok beğeniyorum. İleriye dönük, benim de uyaklı matematik yazıları yazma düşüncem var.

Roman olarak, yazdıklarını okumayı sevdiğim, dilimize çevrilen kitaplarından 5'ini okuduğum Jean C. Grange var. Kendisi eski bilimci olduğu için, romanlarında bilimle iç içe geçmiş kurgulamalarını sıradışı buluyorum.

  1. En son okuduğunuz kitap ya da kitaplardan bahseder misiniz?

En son Soner Yalçın'ın “Samizdat”ını okudum. Kitabı geçen yıl almış olmama karşın, kitaplıktan alıp okumaya başlamam çok uzun süre oldu. Bu bakımdan kendime kızdım, gündemi daha yakından izlemek adına aldığım gün okumaya başlamalıydım. İçinde, birinci ağızdan gelişmeleri okuyorsunuz. Orada geçen bir tümceyi, burada söylemek istiyorum; “yazının kutsallığına inananlardanım”. Soner Yalçın'ın bu sözü, ona olan saygımı katladı.

Şimdilerdeyse, Paul Ekman'ın “Ne Düşündüğünü Biliyorum”unu okuyorum. Davranışbilimlerine giren, bilimsel verileri örnekleriyle anlatan bir tür araştırma kitabı. Karşınızdaki kişinin, yalan konuştuğunda yürek atışlarının hızlanmasından dolayı, şahdamarındaki kan basıncının yükselmesinden kaynaklanan, kulak arkasının kaşınmasına değin, ince ayrıntılardan söz ediyor.

Hiç yorum yok: